Yazar Arşivi

Osmanlı’nın bilinmeyen yüzü

‘Hanedan ve Kamera-Osmanlı Sarayından Portreler’, 24 Nisan’ a kadar Vehbi Koç Vakfı Sadberk Hanım Müzesi’nde görülebilir.

ntvmsnbc
Güncelleme: 14:11 TSİ 13 Ocak. 2011 Perşembe

İSTANBUL – Vehbi Koç Vakfı Sadberk Hanım Müzesi 24 Nisan’a kadar ‘Hanedan ve Kamera-Osmanlı Sarayından Portreler’ fotoğraf sergisine ev sahipliği yapıyor. Küratörlüğünü Bahattin Öztuncay’ın yaptığı ve Ömer M. Koç’un kişisel koleksiyonundan seçilen fotoğraflardan oluşan sergide; Osmanlı sultan ve hanedan üyelerinin saray fotoğrafçıları tarafından çekilmiş, bir kısmı imzalı ve ithaflı porte fotoğrafları yer alıyor.

19. yüzyılda gerek Osmanlı Sultanları ve hanedan üyeleri gerekse devlet ileri gelenlerinin portre fotoğraflarının çekimine büyük önem verdiklerini ortaya koyan sergide; Halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu Şehzade Ömer Faruk, Sultan Abdülaziz’in kızı Nazime Sultan, Sultan V. Murad’ın kızı Fehime Sultan, Sultan Abdülaziz’in oğlu Şehzade Yusuf İzzeddin, Sultan V. Murad, Sultan II. Abdülhamid’in oğlu Şehzade Mehmed Selim, Sultan Abdülaziz’in çocukları şehzade Mehmed Seyfeddin (1874-1877) ve Esma Sultan’ın fotoğrafları yer alıyor.

1861 yılında tahta çıkan ve güzel sanatların çeşitli dallarına ilgi duyan Sultan Abdülaziz döneminde portre fotoğrafçılığı Abdullah Biraderler’in becerisi sayesinde teknik ve sanatsal açıdan en üst düzeye çıktı. Sultan II. Abdülhamid’in iktidara gelişinden iki yıl sonra, 1878’de resmi sıfatla Saray Fotoğrafçısı olarak atanan Vasilaki Kargopulo da hanedan üyelerinin ve devlet ileri gelenlerinin portre çekimlerine aynı seviyede devam etti. İlerleyen yıllarda, 1900’lerin başından itibaren gittikçe yaygınlaşmaya başlayan amatör fotoğraf kameralarının kullanımından hanedan üyeleri de geri kalmamışlar ve özel mekânlarda aile içi fotoğrafların çekimleri de büyük ölçüde arttı. Osmanlı hanedanı üyeleri arasında porte fotoğraflara özellikle ilgi duyan şahsiyetler bulunmaktaydı. Halife Abdülmecid Efendi, Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi, Şehzadeler Ömer Faruk, Mehmed Selaheddin ve Osman Fuad Efendiler çocukluk dönemlerinden ilerleyen yaşlarına kadar çeşitli vesilelerle portre fotoğraflarını çektirdiler ve diğer hanedan üyeleri arasında da bu merakın yaygınlaşmasına öncülük ettiler. Aynı zamanda, Osmanlı Hanedanı üyeleri aile için bağlılıklarını ve dostluklarını kalıcı kılmak amacı ile imzalı ve ithaflı portrelerini karşılıklı olarak hediye etme geleneğini uzun yıllar boyunca sürdürdüler.

Dünyanın basın fotoğrafı İstanbul’da

Dünyanın en büyük ve prestijli basın fotoğrafları sergisi, 17 Aralık’ta Forum İstanbul’da açılacak.

AA
Güncelleme: 19:46 TSİ 15 Aralık. 2010 Çarşamba

İSTANBUL – Dünyanın en büyük ve prestijli basın fotoğrafları sergisi ‘World Press Photo-Dünya Basın Fotoğrafları 2010’, 17 Aralık’ta Forum İstanbul’da açılacak.

Dünya foto muhabirliğinin bir yıllık güncesi sayılabilecek sergide 162 fotoğraf yer alıyor.

Serginin açılışı öncesinde yarın Forum İstanbul’da Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) işbirliğiyle ”Dünyada ve Türkiye’de Basın Fotoğrafçılığı” konulu iki sunum ve ”Magazinde Fotoğraf” başlıklı panel gerçekleştirilecek.

”Dünyada Basın Fotoğrafçılığı” başlıklı ilk sunum, Hollandalı fotoğrafçı Pieter ten Hoopen, ”Türkiye’de Haber Fotoğrafçılığı-Editör Fotoğraf Seçiminde Nelere Dikkat Eder?” başlıklı ikinci sunum ise Anadolu Ajansı Fotoğraf Editörü Abdurrahman Antakyalı tarafından yapılacak.

Magazin Muhabirleri Derneği Onursal Başkanı ve Güneş Gazetesi Magazin Müdürü Nurettin Soydan’ın yöneteceği ”Haberde Magazin Magazinde Fotoğraf” konulu panele ise konuşmacı olarak Milliyet Gazetesi Magazin Yazarı Ali Eyüboğlu, reklam ve fotoğraf sanatçısı Hakan Denker ile fotoğraf sanatçısı Yaşar Saraçoğlu katılacak.

HOLLANDALI FOTOĞRAFÇIDAN ATÖLYE ÇALIŞMASI
Hollandalı fotoğrafçı Pieter ten Hoopen yarın ile 17 ve 18 Aralık’ta Forum İstanbul’da fotoğraf atölyeleri gerçekleştirecek. Atölyeler, basın fotoğrafçılarına, bağımsız çalışan foto muhabirler, üniversitelerin fotoğraf bölümlerinde öğrenim gören öğrencilere, basın fotoğrafına ilgi duyan amatör fotoğrafçılara açık olacak.

Pieter ten Hoopen’in, bugüne kadar gerçekleştirdiği çalışmalarda konularını nasıl seçtiğine ve onları hayata geçirirken izlediği yöntemlere odaklanan geniş kapsamlı bir sunumla başlayacak atölyeler, fotoğrafçının, katılımcıların foto röportajlarını teker teker değerlendirmesi ve önerilerde bulunmasıyla devam edecek.

Sergi kapsamında ayrıca Canon işbirliğiyle ”Dijital Fotoğrafçılık Atölyesi”, liselere yönelik rehberli gezi ve eğitim programı ”Look&Click” ve tüm fotoğrafseverlere açık olan ”Foto-maraton” organizasyonları da gerçekleştirilecek.

2 MİLYONDAN FAZLA İZLEYİCİYLE BULUŞTU
World Press Photo sergisi yıl boyunca 25 ülkede 2 milyondan fazla izleyiciyle buluştu. Her yıl dünyanın dört bir yanından foto muhabirleri, ajans, gazete ve dergiler tarafından yarışmaya gönderilen fotoğraflar, 13 kişilik bağımsız uluslararası bir jüri tarafından 10 farklı kategoride değerlendiriliyor.

Bu yılki yarışmaya 128 ülkeden 5 bin 847 fotoğrafçı tarafından gönderilen 101 bin 960 fotoğraf katıldı.

Canon ve TNT’nin sponsorluğu ve Geniş Açı Proje Ofisi’nin katkılarıyla desteklenen sergi, 9 Ocak 2011’e kadar ziyarete açık olacak.

Kağıt Gemi

Isla del Sol – Güneş Adası, Bolivya

 

Güney Bolivya

 

Cuzco, Peru

 

 

Machu Picchu, Peru

 

 

Kağıttan Gemi

kağıttan bir gemi yaptım küçücük
ya 5 öpücük sığar içine
ya 10 öpücük
kız kardeşim
10 öpücük batar bu gemi dedi
sen misin
15 öpücük
anam sakın denize atma dedi
doğru havuza
sen misin
doğru denize,

ama ıslanmasıyla batması bir oldu.

bir gemi daha yaparım ne çıkar
hem bu sefer öpücük yerine
sunturlu birkaç küfür
daha birkaç gemi yaparım
çok şükür…

Bedri Rahmi Eyüboglu

 

Doğu’nun imajı mı, Batı’nın bakışı mı?

Binbir gece masalları, harem kadınları, uçan halılar ve eli bıçaklı kara yağız delikanlılar… Batı’nın gözünden Doğu hala aynı…

Fulya Canşen
ntvmsnbc
Güncelleme: 16:05 TSİ 06 Aralık. 2010 Pazartesi

Karlsruhe – Batı’nın gözüyle Doğu internet çagina rağmen hala bu ve benzer klişelerin hakim olduğu bir tablo. Çünkü Batı, Doğu’yu kendi kalemi ve fırçasıyla çizip boyamaktan, kendi aydınlanma penceresinden bakmaktan bir türlü vazgeçemiyor.

Batı için Doğu bugün bile Goethe’nin ‘Doğu Batı Divanı’ ya da Karl May’in ‘Arap Çöllerinde’ veya ‘Bağdat’tan İstanbul’a’ gibi kitaplarında anlatılan bilinmez uzak bir diyar. Mozart’ın ‘Saraydan Kız Kaçırma Operası’ bugün bile çesitli uyarlamalarla hatta kadınları kara çarsafa sokarak sergileniyor ve aynı zevkle izleniyor.

Almanya’nın Karlsruhe kentindeki Baden Müzesi ise alışılmadık bir sergiye ev sahipliği yapıyor: ‘Yabancı Batı. Doğu Batı ile karşılaşıyor. 1800’lü yıllardan bugüne…’’ adlı sergide ziyaretçilere Doğu’da hakim olan Batı anlayışı gösteriliyor.

Sergide bulunan 260 eser arasında Batı etkisinde kalmış modadan, gezi yazılarına, dini fotoğraflardan, günlük hayatta kullanılan eşyalara kadar pek çok malzeme var. Vazolar, fincanlar, kaseler, ‘Ali Baba ve Kırk Haramiler’ gibi kitaplar ya da cariyelerin mektupları da özenle sergileniyor. İran, Türkiye, Mısır, Lübnan, Tunus, Suriye ve Filistin’den edinilen yağlıboya tablolar, kaligrafiler, duvar halıları ya da afişler, Doğu’nun 18. yüzyılda Batı’ya açılışını, Batı’dan etkilenişini belgeliyor. Üzerinde Sultan Abdülmecit’in portresi bulunan 19.yüzyıldan kalma cep saati, sigara paketleri, tütün tablaları, 20. yüzyılın ortalarında Istanbul’da yapılmış boyacı sandığı, ezan okuyan duvar saati ya da İsviçreli bir çiftin döşediği Türk odası, İstanbul’un sınırlarını aşarak nasıl bir dünya kentine dönüştüğünü kanıtlıyor.

Serginin en dikkat çeken eserlerinden biri, kapağında Hz. Muhammed’in portresinin bulunduğu İran’dan getirilmiş, 1970 yılında basılan bir dua kitabı. Kitap ile birlikte İsviçreli etnolog Pierre Centlivres‘in portreyi nasıl analiz ettiği de sergileniyor. Sözkonusu portrenin 90‘lı yıllardan bu yana İran‘da yaygın olarak kullanıldığı, orijinalinin de batı ülkelerinden birindeki bir müzede bulunduğu ifade ediliyor.

Baden Müzesindeki bu sergi, Doğu ve Batı‘nın yüzyıllardır birbirine ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın o kadar uzak kaldığını gözler önüne sermesi kadar Müslümanlardan gelecek tepkiler açısından da görmeye değer.

 

 

Ünlü gezginlerin izinde farklı coğrafyalar

Jules Verne’in izinde Karadeniz, Piri Reis’in Akdeniz Rotası ve Evliya Çelebi’nin Balkanlar’daki ayak izleri… Altın Yollar Fotoğraf Sergisi 26 Aralık’a kadar Sanat Limanı’nda.

Arif Aşçı
ntvmsnbc
Güncelleme: 12:18 TSİ 02 Aralık. 2010 Perşembe

İSTANBUL – İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti etkinlikleri arasında yer alan ve Özdem Petek’in küratörlüğünde gerçekleşen Altın Yollar projesi, “Sanatçılar modern çağın seyyahlarıdır” fikriyle yola çıktı ve geçtiği her şehirde büyük ilgi gördü. Her yolculukta bir yazar, bir fotoğrafçı, bir karikatürst, bir belgesel ekibi ve müzik gruplarının oluşturduğu sanatçı ekipleri yer aldı.

Altın Yollar Sergisi’nde, bu yolculuklara katılan Arif Aşçı, Özcan Yurdalan ve Serkan Taycan, farklı coğrafyalarda çektiği fotoğraflarla farklı kültürlerin renklerini ve zenginliklerini İstanbul’a getiriyor.

Jules Verne’in İzinde Karadeniz
Projenin ilk etabı “Jules Verne’in İzinde” yapıldı. Ünlü Fransız yazarı Jules Verne’in “İnatçı Keraban Ağa” adlı romanından esinlenerek çıkılan bu yolculukta sanatçılar, tıpkı roman kahramanı Keraban Ağa gibi İstanbul’dan yola çıktılar, Karadeniz kıyılarını baştan sona dolaşarak İstanbul’a geri döndüler. Serginin konukları, Arif Aşçı’nın fotoğraflarını izlerken, Bulgaristan’ın Varna, Romanya’nın Köstence, Ukrayna’nın Odessa, Gürcistan’ın Batum kentlerine bir yolculuğa çıkacaklar.

Piri Reis’in İzinde Akdeniz
Projenin ikinci etabı olan “Piri Reis’in İzinde”, büyük Türk denizcisi ve haritacısının Akdeniz’deki izlerini takip etti. Bu proje kapsamında Piri Reis’in “Kitab-ı Bahriye” adlı eserinde, haritalarını çizdiği ve sosyo-kültürel dokularına ilişkin gözlemlerini aktardığı liman kentleri, 500 yıl sonra yeniden ziyaret edilerek bu kentlerde kültürel etkinlikler gerçekleştirildi. Özcan Yurdalan, Cenova, Napoli, Tunus, Palma de Mayorca, Barselona, Atina ve İskenderiye’yi her biri Akdeniz’in ruhunu çok iyi yansıtan bu liman kentlerinin çok sesli kültürünü ve yüksek enerjini çektiği fotoğraflarla ölümsüzleştirdi.

Özcan Yurdalan

Evliya Çelebi’nin İzinde Balkanlar ve Orta Avrupa
“Altın Yollar”ın son rotası “Evliya Çelebi’nin İzinde” Balkanlar’a oradan Orta Avrupa’ya uzandı. 9 ülkede 20 şehri kapsayan yolculukta, Filibe’den Viyana’ya Osmanlı kültürünün izleri takip edildi. Serkan Taycan’ın bu yolculukta çektiği fotoğraflar, sanatseverleri Evliya Çelebi’nin izinde Manastır, Üsküp (Makedonya), Prizren (Kosova), Belgrad (Sırbistan), Saraybosna, Mostar, Travnik (Bosna-Hersek), Zigetvar, Pecs, Budapeşte (Macaristan), Viyana (Avusturya), Nürnberg, Mannheim, Dortmund ve Oberhausen’a (Almanya) götürecek.

Serkan Taycan

Avrupalı Kimliği-Simber Atay

Bugün Avrupa Birliği’ne giremedik yahut belki de dün; pek iyi bilemiyorum… Gazetelerden haber aldım: “Avrupa Birliği’ne giremedik. İlişkiler sürecek. Geçmiş olsun…”. Bundan bir mana çıkmıyor. Belki de dün girememişizdir.
Aslında bayağı heveslenmiştim. Bir değişiklik olurdu. Neyse, sonra aklıma geldi Avrupalı olmayı düşündüm. Yani ne demek diye… Sanırım bu bir kavram. Nadiren de olsa fikirlerimi söylemek isterim. Laf aramızda, manifesto en hoşlandığım ifade tarzıdır. Favorim ise, XX. yüzyıl ilk çeyreğinde beyan edilmiş Avart-garde manifestolardır. Ha bir de şair olamadık bari bir manifesto kaleme alalım:

– Hayat sanat, sanat hayattır.
– Lütfen mise-en-scene’siz yaşamayınız.
– Seyir zevki, bütün zevklerden önce gelir.
– Sofra kurmayın, natürmort yaratın.
– Ahlakın temeli sorumluluk duygusudur.
– Seremoniden asla taviz vermeyiniz.
– Terörü evcilleştirmenin en garantili yolu Barok’tan geçer.
– Sofistikasyon süreçlerine inanın; tabii korkmazsanız. Çünkü bazen kurban olmak gerekir!
– Asalet, kayıtsızlık virtüozitesidir. Hemen Point de Vue dergisine abone olunuz.http://www.pointdevue.fr/default.php
– Serial killing fenomenini bir sosyal semptom olarak algılamak, modernizm karşıtı en kitsch eleştiridir.
– Scientifique determination, romantik bir temadır.
– Simya, kimyanın fantazyasıdır.
– Metafiziğinizi muhafaza edin, cesaret verir;
– Sembolist esprinizi de! Naivitenizi korur!
– Krimonoloji ise, sistemimizi!
– Hakikati araştırırken geniş açı objektiflerini seçin!
– Şiddet monolitik bir gerçektir!
– Sakın sosyolojik ya da psikolojik analize girişmeyin, komik olursunuz!
– Çok kültürlülük organizasyonu, emperyalizmin evde sahneye konmasıdır.
– Melodramlardan hoşlanır mısınız?
– III. Reich defterini kapamayınız arkadaşlar! Demokrasinin gücü, totalitarizm hatıralarından beslenir.
– İstisnalar kaideyi bozmaz. Fürtwangler hariç!
– Bir hikâye sahibi olmak, uğrunda mücadele etmeye değer tek mülkiyettir.
– Bir hikâye anlatmayı bilmek, adalet için savaşmaktır.
– Evrensellik, hikâyelerin ortak mülkiyetidir.
– Olayların iç yüzünü mü öğrenmek istiyorsunuz. Documenta kataloglarına bakın, Magnum arşivlerine değil!
– Avrupalı olmak gerçek sarışınlık gibidir. Ya öyledir ya değildir!
– III. Dünya’nın protez Avrupalıları size iyi şanslar!
– Postmodern Edebiyatın, Buenos Aires’teki Milli Kütüphane’nin karanlık ve tozlu koridorlarında mayalandırıldığını unutmayın!
– “Harikulade zenginliğine, bütün tezatlarına ve dahili buhranlarına rağmen Fransa ve Fransız medeniyeti ancak uzun ve maşeri bir tarih tecrübesinin kurabileceği bir vahdet arz etmektedir. Fransa’da hür fikirlilerle dindarlar aynı mayadan yapılmıştır. İnkılâpçılarla muhafazakârlar aynı dili konuşurlar. Fikir adamları siyaset adamlarına karışırlar ve büyük âlimler sanatkârların dilinden anlarlar. Milletin bütün tabakalarında sanki müşterek bir fikir sermayesi, müşterek bir duygu seviyesi vardır ve hepsi hayattan aynı emellerin tahakkukunu isterler. Fransa bütün heyet ile bir şahsın vahdetine ulaşmıştır. O kendini bir şahıs olarak düşünür ve tarihi bir şahsın tarihi telakki eder. Coğrafyacıya göre Fransız toprağı “Tarihi bir şahıs” olmuştur. Muhafazakâr düşünceli tarihçiye göre Fransa krallarının yahut- eğer tarihçi Michelet gibi ihtilal zihniyetine bağlı ise Fransız halkının bir ibdaıdır. Fransa’nın bu şahıslandırılması halkın şuuruna iyice işlemiştir. “Fransa gerçekten yaşamış olan en büyük manevi şahıstır.” gibi cümlelere halk yazılarında sık sık rast geliriz. Bu his milletin ruhunda yaşar.” (1)
– Fransızlar tarihsel misyonlarını yine yerine getiriyorlar. Avrupalı olmayı tanımlıyorlar.
– Nihayet özlenen rejenerasyon! Üstelik sinematografik!
– Oh! Mon Dieu! De la France!
– Szabo, Noe, Pitof, Zulawski, Kassovitz, hatta Joffe, göçmen bürosu sosyal yardım görevlisi gibi takılan Besson bile ve Ümit Ünal -tabii o biraz sorunlu, çünkü ilk seyircileri Avrupalı değil- kimliğimizin ve davamızın garantörleridir.
– İzmir’de sinema seansları:  12:15; 14:30; 16:45…
– Film uzunsa:   11:00; 15:00…
– ……..
– Artık önemi kalmadı. Sadece bekliyorum. Kütüphane memurunun gelmesini. Önümde uzun bir yol var. Manifesto ile şiirin, manifesto ile aforizmanın, aforizma ile sloganın, protesto ile sızlanmanın farklarını araştıracağım.  Okuyacağım ve yazacağım sinemaya gidene kadar…
(1) Fransız Medeniyeti Ernest-R-Curtıus; Çeviren: Sabahattin Eyüboğl; Devlet Basımevi; İstanbul 1938; Sayfa 199.

 

Phébus (Boğos Tarkulyan)

Ermeni kökenli Boğos Tarkulyan, hem Osmanlı hem de erken cumhuriyet döneminin fotoğraf tarihine katkıda bulunmuş, özellikle portre fotoğrafçılığıyla ün yapmıştır. Bir dönem Atatürk’ün fotoğrafçısı olarak da çalışmıştır. 5 Aralık 1927 tarihinde basılan 50, 100, 500 ve 1.000 liralık banknotlarda kullanılan Atatürk resimleri, onun fotoğrafları üzerinden çıkarılmıştır.

Tarkulyan, Malumat ‘ın 12 Eylül 1895 tarihli sayısında, fotoğrafçılığı Abdullah Biraderler’in stüdyosunda öğrendiğini ifade eder. Tarkulyan’ın bilinen en eski stüdyo kaydı, 1882 tarihli şark ticaret yıllığında yer alan, Pangaltı Büyükdere Caddesi adresindeki kaydıdır. 27 Kasım 1890 tarihinde, sultana takdim edilmek üzere Kağıthane ve Boğaziçi çevresinin fotoğraflarını çekmek için Sadrazam Kıbrıslı Mehmed Kamil Paşa’dan izin alır. 1890’lara ait ilanlar, Tarkulyan stüdyosunun o dönemde İstanbul’un sanat çevrelerinin portre fotoğraflarını çektiğini belgelemektedir. II. Abdülhamid’in ABD Kongre Kütüphanesi’ne gönderdiği 51 albüm arasında, onun fotoğrafları da yer almaktadır. Tarkulyan, 1900’ların başında ise askeri, siyasi ve edebi çevrelerin fotoğrafçısı olma yolunda ilerler. Saraya yakınlığı sayesinde, hanedan mensuplarının fotoğraflarını çekmek üzere sık sık çağrılır. Cumhuriyetin ilanından önce ve sonra çektiği fotoğraflar belgesel bir değer taşımaktadır.

UĞUR OKÇU – “Movement” Sergisi Üzerine

Doçent Doktor Simber ATAY
Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Fotoğraf Ana Sanat Dalı Bölüm Başkanı

SCANOGRAPH NEDİR:
Scanograph, özel bir fotoğraf tekniği türevidir. Scane(tarama) ve graph(yazı) kelimeleri birleştirilerek türetilmiştir. Işık yazısının fotoğraf sanatçısı, Uğur OKÇU’ya özgü bir çeşitlemesi olarak, tarama yazısı anlamına gelir. OKÇU, bu tekniği kullanarak, MOVEMENT (Hareket) adlı bir sergi oluşturmuştur. Hareket, hız, değişim, dönüşüm gibi zaman kavramına ait farklılaşmaların/farklılıkların fotoğrafik ifadesi, serginin ana temasını biçimlendirir.Sözkonusu sergi, 1995 ve 1996 yıllarında Ankara ( Studio Artist Sergi Salonu), İstanbul ( İFSAK 11 nci İSTANBUL FOTOĞRAF GÜNLERİ’nde/Emlak Sanat Galerisi Sergi Salonu VE Sedad Kent Vilları Show Room Sergi Salonu ), İzmir ( Hotel İsmira Sergi Salonu ) ‘de gerçekleştirilmiştir.

Genel fotoğraf faaliyeti içerisinde, kişisel fotoğraf sergilerinin, ayrıcalıklı bir önemi vardır. Çünkü, böylelikle, her sanatçı, her seferinde fotoğrafik dil yetisinin kullanımına ilişkin yorum ve tartışmalarını somutlaştırmakta ve bireysel bir girişim olarak genel beğeni ve eleştirinin paylaşımına sunmaktadır.

Dolayısıyla, Uğur OKÇU’nun Scanograph’larından oluşan ikibuçuk yıllık çalışma süresi ve yaklaşık bir milyarlık Türk Lirası harcamaya malolan MOVEMENT sergisi de, yakın dönem Türk fotoğrafı itibariyle kayda değer bir parantez açmıştır.

SCANOGRAPH NASIL YAPILIR:
Uğur OKÇU, makinası Minolta X700’ün içerisinde film yürütme dişlilerini aşındırarak, pelükül akışını fotogram olarak değil, bütünsel olarak sağlamıştır. Böylece, istediği gibi filmi, kendi denetiminde sararak pozlayabilmekte aynı zamanda da yeniden yeniden çevirerek surimpressionlar gerçekleştirebilmektedir. Sonuçta hareket izlenimlerinin saptandığı soyut vizyonlar yaratılır. OKÇU, klasik bir fotoğraf makinası üzerinde gerçekleştirdiği bu manipülasyonu ile Türk Patent Enstitüsü’ne başvurmuş ve “FAYDALI MODEL” patenti almıştır
SCANOGRAPH NASIL BİR VİZYONDUR:
OKÇU’nun Scanograph’ları, Karda Piknik 1, Minik bir alev öyküsü, Mavi ve Kırmızının Kanunlara Saygısı, Rezonans, Martılar ve bunun gibi farklı başlıklar altında olsa da, değişik konuları işlese de, genel olarak hareket izlenimi esprisinin ritmik çeşitlemelerini sunduğu için, fütürüst/fotodinamik bir biçime sahip olduğu iddia edilebilir. Ancak, bu fotoğraflarda, III. Binyıla merdiven dayadığımız günümüzde, ilk fütürüstlerin ifade etmiş olduğu orjinal içerik özellikleri ve ideolojik nitelik yoktur. Modern yirminci yüzyıl kültürünün birincil teması olarak hız olgusunu, hem bir yaşam prensibi, hem politik bir öneri hem de yeni bir estetik kurma iddiası olarak kendine özgü bir biçimde irdelemiş olan fütürüst tavır, artık sanatçının keyfi seçimine bağlı bir alıntı sorunu haline gelmiştir. Dolayısıyla OKÇU’nun fotoğraflarının Stroboscopik yapısı, yalnızca görünüştedir. Yine de kollektif hafıza kayıtlarımızı bir kez daha gözden geçirelim: Sanatsal yaratıcılık, insanlık tarihi boyunca zaman zaman, en kristalize bir radikal eleştiri modeli olarak yaşanmıştır.Fütürüstlerde eleştirmendi. İtalyan coğrafyasındaki geleneğe ve onun estetik evrensel simgelerine tutkuyla meydan okuyarak teknolojiye tapıyor, modern metropolisin kaosunda insanlığın dirilişini kutluyor, değişim aşkıyla Ares’i kucaklıyorlardı.

Ama sel gider, kum kalır. Siyasi koşullar sürekli değişmektedir. Kalan ve muhafaza edilmesi gereken biricik espri, eleştiri pratiğidir. Eleştiri, siyasi ve estetik açıdan – ki bunlar varoluşumuzun iki temel platformudur – insanoğlunun ezeli ve ebedi faziletidir.

Yüzyılımızın başından sonuna, diğer bir ifade ile avangard’ dan postmoderne eleştiri kavramı hakiki anlamda bireysel ve kristalize haliyle taşıyan bir diğer sanat anlayışı ise ABSTRAKT EXPRESYONİZM’dir. Sözkonusu pankromatik, cibachrome baskı görüntüler, zaman kavramına adanmış soyut niteliklerinden ötürü abstrakt expresyonist tanımlamasının kapsamında rahatça yer alabilirler.

Sanograph’ların gerçekleştirilebilmesi için, fotografik dil yetisinin konvansiyonel kullanımı tartışma konusu haline getirilmiştir. Buna koşut olarak, fotoğraf makinasının mekanizması olağan fotoğrafik görüntü çekme prosesinin dışında işlerlik kazanmıştır. 35 mm film kullanıldığı halde 24 * 36 mm’lik fotogram standartı aşılmış, görüntü boyutları, bütün bir duyarkat kurdelesine yayılmıştır.

Bu uygulamalar tipik avangard tavırları çağrıştıran tavırlardır. Sanatçı, kendisini ifade etmek için teknolojik bir aracı – fotoğraf makinasını – kullanmakta ama ilgili bütün endüstriyel standartları altüst ederek, kişisel estetiğini kurmaktadır. Fotoğrafın doğasını meydana getiren teknolojinin sanatı ve sanatın teknoloji paradoxu, radikal bir tavırla eleştirilmektedir. Ama bu eleştiri yalnızca scanograph’ların çeperleri dahilindeymiş gibi ortaya çıkmaktadır. Bu durum ise postmodern algılama sorunlarından kaynaklanır. Flash-back refleksleriyle profesyonel deformasyona uğramış seyir pratiği, estetik esprileri açıklamak için evrensel tecrübelere başvursa da, sonuçta eserleri, sanat tarihinden alıntılar boyutunda ele almaktadır. Yoksa, scanograph’lara hakim olan duyarlılık, eleştiriye ait sadakattir.

Eserlerin adları nedeniyle, metaforik çağrışım düzeylerinde değerlendirmelere gidilse dahi, bu durumdan çok daha önemli olarak, profeyonel seyirci ve sanatçı, soyut bir atmosferin, zamanın bütün kiplerine yayılmış devinimli gerçekliğinde manen buluşurlar. Sanatçının form araştırması, seyirci için süprizlerle donatılmış bir ruhsal yolculuk başlatır. Bu süre zarfında geçmiş estetik tecrübeler, yeni vizyon karşısında farklı bilgi ve duyarlılık koordinatları kazanarak devreye girer ve keşif ruhu en kristalize haliyle karşılığını bulur. Seyirci ve sanatçı, kişisel soruları/sorunlarının soyut cevaplarıyla birlikte, karşılıklı bireysel varoluşlarını supreme katların mutlak özgürlüğünde yaşar ve gerçekleştirirler.

SCANOGRAPH’IN AMPİRİK KÖKENLERİ:
Fotoğraf Tarihi, fotografik görüntünün gerçekleşmesini sağlayan makine ve materyallerle ilgili, bilimsel ve teknik araştırmaların ve icadın tarihidir. Fotoğraf teknolojisine temel teşkil eden bu bir dizi ampirik uygulama yalnızca fotoğrafik dil yetisinin gramerini mükemmelleştirmekle kalmamış, zaman zaman bizzat görsel/estetik yaratıcılık için ilham kaynağı haline gelmiştir.Özellikle XX. Yüzyılın ilk çeyreğinde, avangard sanatçılar için yaratıcılık ayrıcalıklı klasik perfeksiyonist bir dönüştürme sorunu olmaktan çıkıp, hayatın ve sanatın eşdeğerli, eş zamanlı değerlendirildiği (x) bir estetize etme metodu haline gelmiştir. Sözkonusu methodun uygulamalarından biri de “bağlam değiştirmedir” ki bu espri, avangard ruhun kaybolduğu ama avangard ruh formalizminin bir seçenekler bütününe dönüştüğü günümüzde yani postmodernizm tecrübesinin yaşanmış olduğu şu aşamada da yoğunluğunu ve geçerliliğini korumaktadır. Dolayısıyla, estetik amaçlara hizmet etmeyen herhangi bir anlatım methodu, yorum, biçim ya da materyali haline gelir.

Konumuz çerçevesinde, fotoğraf tarihinden birkaç sayfa çevirirsek: Edward Muybridge, ilk obtüratörlerden birini icatetmiş (1869), daha sonra California valilerinden Leland Stanford’un Occident adlı atının hareketlerini ayrıntılı bir şekilde saptamak üzere deneylere ( 1874 – 1877 – 1878 …… ) girişmiştir. Sonuçta saniyenin @2000 ‘inde birinde bir enstantane yakalayarak, böylece hareketi bir anında saptayarak gerçek anlamda “fotoğrafik zaman” ı, net bir şekilde tanımlamayı başarmıştır. Diğer yandan Muybridge, çektiği başka enstantane görüntüleri, zoetrope bünyesinde kullanarak, hareketin akışkanlığı illüzyonunu yaratmış, bu kez de “sinematografik zaman” ı yakalamıştır.

Muybridge’in farklı duyarkatlar üzerinde gerçekleştirdiği hareket analizini onun çalışmalarından yararlanan Etienne Jules Marey (1883) ve Thomas Eskins (1884) aynı duyarkat üzerinde gerçekleştirmek için deneyler yapmışlardır.

Marey ve Eakins’in elde ettiği görüntüler, hem “fotoğrafik zaman” ın tanımlandığı hem de hareket izleniminin somutlaştığı çalışmalardır. Bilimsel nitelik ve amaçlı bu görüntüler sözkonusu işlevin dışında XX. Yüzyılın modern ve postmodern dönem sanatçılarına ilham kaynağı olmuştur.

Örneğin: Marcel Duchamp’ın Merdivenden İnen Çıplak (1912), yada Gerhard Richter’in yine aynı esprideki çalışması, Ema, Merdivendeki Çıplak (1966) gibi…

Doğal olarak, Fütürüstlerin de bundan esinlendiği malumdur. Fütürüst fotoğrafçı Anton Giulio Bragaglia’nın hareket kavramını, poetikasının ana teması olarak seçtiğini de biliyoruz. Ancak Bragagli, bu konudaki görsel efektleri, hareketli figür ya da nesnelerin yavaş enstantanelerde saptanmasıyla elde etmiştir.(XX)

Benzeri tavrı, yakın dönemde Ernst Haas’ın, Şakir Eczacıbaşı’nın fotoğraflarında görmekteyiz. Sonuçta “fotoğrafik zamanın” ve bunun görsel varyasyonlarını sağlıyan mekanizmaların tartışma konusu yapılması ve bunun estetik bağlamda en yeni bir yapılanmasını SCANOGRAPH’larda görmekteyiz.

SCANOGRAPH’IN EXPERIMENTAL KÖKENLERİ:
Uğur OKÇU’nun Scanograph’ları, onun estetik antagonizmini temsil etmektedir. İfade aracı olarak fotoğrafı seçmiş, vizyonunu oluşturmak için, fotoğrafın teknik olanaklarından yararlanmış ama paradokslar geliştirerek fotoğrafın maddi manevi boyutlarını öngördüğü biçimde değiştirmeye uğraşarak kullanmıştır.Fotoğraf makinası gövdesindeki manipülasyon girişimi hem teknolojiye bir hommage-çünkü o, meslekten mühendistir-hem de muazzam fotoğraf endüstrisi kurumuna karşı ironik bir başkaldırıdır-çünkü o, bir sanatçıdır.

Postmodern estetik bulimisi, sanatsal yaratıcılığın formalist kristalizasyonunu hor görmeye varacak raddeye gelen önyargılar geliştirmiş olabilir. Bu çizgide JDANOV’vari mecburiyetlerle içerik/içeriksizlik yakınmalarına rastlanabilir. Ama hangi içeriktir bu. Sanatsal yaratıcılığın özgür alanlarında ne tür bir biçim-içerik kombinasyonuna ait mutlakiyet vardır.

Sanat tarihi boyunca hangi biçim, kendi içeriğini getirmemiştir; ya da hangi içerik kendi biçimini gerçekleştirmemiştir. Zaman içinde materyaller değişir, temalar muhafaza olunur, biçimlerin varyasyonları ortaya çıkar, içerik ise zaten sanatçının üslübunun kendiliğinden somutlaşan soyut boyutudur. Farklılaşma kaçınılmazdır. Dolayısıyla, günümüzde, yüzyıl değiştirme sendromuna paralel gelişen avangarda dair nostalji, sadece ve neredeyse standartlaşmış bir duyarlılıktır.

Oysa, her an yeni bir fenomenle karşı karşıyayız. Yaratıcılık ve eleştiri adına, sanat ve hayat adına ! TEKE TEK !

Yüzyılın başında experimental anlayışa sahip gruplar vardı: Fütürüstler, Dadaistler, Sürrealistler…………………….

Bireyselliklerini, toplumsal öneriler halinde sunabiliyorlardı. Ama şimdi herkes tek başına. Uğur OKÇU’da öyle !

SCANOGRAPH’IN İDEOLOJİK YAPISI:
Uğur OKÇU, her yerde fotoğraf çekmektedir. Ama çok önemli bir özelliği vardır. O, denizcidir. Uzak yol denizcisi, üstelik meslekten! Öyleyse neden egzotik coğrafyalarda da soyut görüntüler peşinde. Neden Karaipler’den, Pasifik Okyanus’undan, Brezilya kıyılarından, Malacca Boğazı’ndan, Aden Körfezi’nden, ya da Kamçatka’dan egzotik manzaralar, portreler, ayrıntı çekimler v.b. gibi getirmiyor/getiremiyor.Niye, yolculuğun, maceranın, özgürlüğün standart cazibesinin peşinde değil. Hayatın/hayatiyetin en başdöndürücü yanlarından biri, farklı coğrafyalarda, farklı ifade modelleri içinde aktif insanların eş zamanlı olarak aynı tartışma odaklarında buluşmalarıdır. Günümüzde, uzak denizlere yelken açma esprisiyle açıklanıveren egzotizmin sona erdiği şeklinde ifade olunan felsefi saptama, OKÇU’nun Scanograph’larında görsel karşılığını bulmaktadır.

Baudrillard, kökten Egzotizm başlıklı yazısında egzotizmin sıradan bir yabancılık durumu ya da turistik bir fantazi olmadığını belirterek (XXX) Segalen’den bir alıntı yapmaktadır: “Egzotizm, ezeli ve ebedi bir anlaşılmazlığın keskin ve ani algılanışıdır.”(I) Örneğin Rezonans adlı Scanograph, Rio De Janeiro’dan, Bombay’e kimyevi özel bir yağ taşıyan bir tankerin grandi direğinden çekilmiştir. Örneğin, Genelev, Hollanda Antilleri’nden Wilhelmstadt Curaçao’dan fotoğraflanmıştır. Örneğin, Martılar, Cape Town’dan geçerken kaydedilmiştir.

Okçu’nun scanograph’larını gerçekleştirdiği mekanların genellikle egzotik coğrafyalarda olduğunu bildiğimize göre görüntülerin soyut ambiguitesi, Segalen’in egzotizm hakkındaki öneri/tanımı ile örtüşmektedir. Okçu şöyle söylemektedir: Benim sorunum fotoğrafın peşinden koşmak değil, onu zihnimde oluşturmak!”

SCANOGRAPH’IN FELSEFİ TEMELİ:
Scanograph’lar fotografik saptamalardır. Ama bu hareket izlenimlerinin zamanı asla bütünüyle fotoğrafik zamanın di’li geçmiş kipinin parselasyonuna hapsolmaz, sinematografın şimdiki zaman kipine doğru yayılım gösterir. Konu alınan nesneler, figürler, durumlar, hareketin akışkanlığı içinde zincirleme bir dönüşüm sergilerler.Bir fotoğrafçının zamanla ilgili maddi, manevi alışagelmiş reflekslerinin ve öykünmelerinin dışında OKÇU, aslında değişimi fotoğraflamaktadır.Scanograph’larını bir bir algılarken, Bergson’un şu arzusu işitilir sanki:”Harekete kendi devingenliğini, değişikliğe kendi akışını, zamana kendi süresini geri verelim”(II)

SCANOGRAPH VE AURA SORUNSALI:
Uğur OKÇU, scanograph’ların cibachrome baskılarının gerçekleşmesinden sonra, slide’ları yok ediyor. Eserini biricik kılıyor.Sevgili Walter Benjamin; bak yine sana geldik: AURA sorunsalı konusunda ne kadar radikal bir tavır değil mi.

Böylece fotoğrafın doğasındaki röprodüksiyona ilişkin potansiyel nitelik yokolmamakta ama yine de eserin orijinalitesi konusunda bir girişimde bulunulmaktadır.

Yanısıra, böyle bir görüntünün duyarkat üzerinde oluşması teknik açıdan her seferinde rastlantısal ve bir defaya mahsus olma özelliğini içerir. Ama anlam olarak, SCANOGRAPH’larda gerçeklik rastlantısal olarak saptanmış değildir, bilakis rastlantı gerçekliğin kendisi haline getirilmiştir.

Movement sergisine ait seyir defteri burada sona eriyor. Tarih 5 OCAK 1997. Uğur OKÇU’ya iyi dileklerimi ve tebriklerimi iletiyorum. Yeni sergilerinde görüşmek üzere!…

Doçent Doktor Simber ATAY
Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Fotoğraf Ana Sanat Dalı Bölüm Başkanı

(X) Jameson, Lyotard, Henbernas, Postmodernizm,
Çeviren: Gülengül Naliş, Dumrul Sabuncuoğlu, Deniz Erksan.
Hazırlayan: Necmi Zeka, Kıyı Yayınları, İstanbul, 1994, s.39
(XX) Beaumont Newhall, Storia della Fotografia,
Çeviren: Laura Lovisetti Fui, Giulio Einaudib
Editere, Torino, 1984, ss.163, 165, 166, 289; Marie Loup Sougez, Historia de
la fotografia, Cuadernes Arte Catedra, Madrid, 1991, ss.258, 260, 262.
(XXX) Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı,
Çeviren: Emel Abora, Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1995, ss.137-146.
(I) Jean Baudrillard, a.g.e., s.138
(II) Henri Bergson, Düşünce ve Devingen, Çeviren: Miraç Katırcıoğlu
Milli Eğitim ve Gençlik ve SporBakanlığı Yayınları, İstanbul 1986, s.12

“Movement” sergisi / Exhibition of “Movement”

E-Mail
Ugur Okcu

Bir Fotoğraf ve Değişen Hayatlar

Fotoğraf: Nick UT
Yazı Hasan Ali ARIKIUŞU

 

Tarih 8 Haziran 1972. ABD uçakları kuzey Vietnam’ı yerle bir etmek amacıyla her tarafa bomba yağdırıyor. O zamanki ABD başkanı Richard Nixon emir vermiş bir kere: “Sivillerin ölmesi umurumda bile değil. Kuzey Vietnam’ın tırpanlanması ve yeniden düzenlenmesi gerekiyor.” John Plummer ‘ın pilotluğunu yaptığı uçak My Lai Köyü’ndeki bir tapınağa içinde kimlerin kaldığını umursamaksızın napalm bombası atıyor. Tapınağın içerisinde savaştan kaçmak için saklanan birçok çocuk var o sırada. Bombanın atılması birçok çocuk alevler içinde kaçmaya başlıyor. Arkalarında da ABD askerleri. Associated Press muhabiri Nick Ut tam bu sırada deklanşörüne basıyor ve o anı ölümsüzleştiriyor. Fotoğrafta 5 çocuk bombalanan yerden uzağa doğru korku içinde kaçıyor. Fakat çocuklar içinde çırılçıplak şekilde (elbiseleri yandığı için çıkarmak zorunda kalıyorlar) bağırarak kaçan kız (Phan Thi Kim Puc), fotoğrafa bakan kişiye ABD emperyalizminin ve Vietnam savaşının vahşetini gösteriyor adeta. ABD yıllarca Vietnam vahşetiyle ilgili günah çıkarsa da bu fotoğrafın gücüne karşı koyamıyor. Bombayı atan John Plummer bunalıma giriyor ve din adamı oluyor. Gazeteden kestiği fotoğrafı hayatı boyunca cebinde taşıyor. Savaş gazileri Kim Phuc’a özür mektupları yolluyor. Fakat hiçbir şey vahşetin boyutunu hafifletmiyor.
Kim Phuc (Altın Mutluluk), 1963 yılında Saygon’un kuzeyinde My Lai Köyü’nde doğmuştu. Köyü bombalanana kadar mutlu bir çocukluk geçiren Kim, bombalama sırasında iki kardeşini kaybetti. Giysileri yandığı için çıkarmak zorunda kalan Kim, cildindeki yanıklar her soyulduğunda bayılmış. Hastaneye getirildiğinde çenesi ile göğsü birbirine kaynamış ve sol eli kemiğe kadar yanmış durumdaymış. Eski yanıklar yüzünden cildi teneffüs yeteneğini de kaybetmiş. Bu nedenle 17 kez ameliyat geçirmiş. Bütün bu operasyonlara rağmen astım ve şeker hastalığı devam etmekte, sık sık migreni krizleri geçirmekte.
Savaştan iki yıl sonra köyüne dönen Kim, doktor olmaya karar verir. Vietnam yetkililerinin gözetimi altında 1986’da Küba’da tıp eğitimi almaya başlar. Küba’da tanıştığı Bui Huy Toan ile evlenir ve 3 çocuk sahibi olur. Hakkında “Kim’in Öyküsü: Vietnam’dan Gelen Yol.” adlı bir film çekilir.Unesco tarafından iyi niyet elçisi seçilir. Unesco’nun Paris’teki toplantısında olayla ilgili açıklama yapan Kim şu sözleri söyler: “Affediyorum ama unutmayacağım.”
Fotoğraf bütün dünyada büyük yankı uyandırır ve fotoğrafı çeken AP fotoğrafçısı Nick Ut’un (Huynh Cong Ut) 1973 yılında Pulitzer ödülünü kazanmasını sağlar. Fakat Nick Ut ödülü almasının yanında çok önemli bir görev üstlenmiştir. Kim Phuc’ın fotoğrafını çektikten sonra küçük kızı hastaneye yetiştirmiş, sürekli ziyaret etmiş, hediyeler, kitaplar getirmiş ve ailesine yardım için kampanya başlatmıştır. Sadece fotoğrafı çekip işini yapmanın mutluluğu ile bölgeden ayrılmamış olması Nick Ut’ı birçok fotoğrafçıdan ayırmaktadır. Özellikle de fotoğrafta görünen, makinesinin filmini değiştirmekle meşgul fotoğrafçıdan.

Sakız Nine

Hayatımın bir bölümünü insanların kocaman hikayelerine ayırmaya karar vermemin hemen ertesinde karşıma çıkar sakız nine.

Pek alışık olmadığım şekilde gittiğim ziyaretler bir süre sonra insanların alışık olmadıkları bir hal almaya başladı. Fakat niyetim onları heyecanlandırmış olacak, yüzümdeki memnuniyeti izlemeye çalışıyorlar.

Babamın çocukluk arkadaşının annesi Sıddık teyze. Henüz eve yeni girmişken bir yandan bizi yönlendirdikleri misafir odasına yürüyor bir yandan da Sıddık teyzeyi arıyordum gözlerimle. Tahmin ettiğim gibi ilk karşılaştığım o oldu. Hiç bilmediklerimi hatırlar gibiyim.

Başka bir odada, her şey ritüele uygun bir şekilde gelişirken Sıddık teyze giriverdi kapıdan elinde bir de sakız kutusuyla. Kıymet verdiği ya da herhangi bir ihtiyacını karşılayacak bir şey taşıdığını sanıyor insan kutunun içinde. Fakat aksi şekilde kutunun içi ağzına kadar sakız dolu.

Endişeyle karışık sorularımla öğrendim, yaklaşık yirmibeş yıldır gelen misafirlerine sakız ikram edermiş. “gönlünden ne kadar koparsa” diye ifade ettiler bu ikramın miktarını.

Beni asıl heyecanlandıran hayatın karmaşık örgüsünün içinde şekillenen ve bir süre sonra insanın refleksi haline gelen bu uç eylemler.

Alpgiray Kelem